• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/levent.ozbek
  • https://www.youtube.com/watch?v=6ltGoG8z5h0&t=4s
 

Matematiksel Modelleme ve Simülasyon
Kasım’da aşk başka mıdır?

Kasım’da aşk başka mıdır?

 

Sizinle röportaj yapma düşüncesi Türk Dili ödevimin konusunu seçeceğim haftadaki derste geldi aklıma. Derste Mehmet Kaplan’ın 1968 yılında Hisar Dergisi’nde yayınlanan “Şiir ve Matematik” adlı yazısını okumuştuk. Orada şiir ve matematiği yani iki alemi, iki kültürü bir araya getirmenin öneminden, gerekliliğinden bahsediyordu. Ben de sizin bunu başarabilmiş olduğunuzu düşündüm ve bunu değerlendirmek istedim.

 

            - Patika Dergisi’nde yazmaya ne zaman başladınız, editörlüğe geçişiniz nasıl oldu? Biraz söz eder misiniz?

 

            Patika Dergisi, şimdi olduğu gibi, toplantılarını o zamanlarda da herkese açık yapıyordu. Halen dergide olan bir arkadaşım sayesinde ben de toplantılara katılmaya başladım. Bu, 1996 yıllarına denk gelir. O seneler şimdiki gibi edebiyatla yoğun olarak uğraşmıyordum. Toplantılar hoşuma gitmeye başladı, dergiye gelen yazılar okunuyor ve katılımcılar görüşlerini hiç çekinmeden söylüyorlardı. Ben de birkaç şiirimi götürdüm, üzerinde konuşulduktan sonra şiir yeni sayıda yer aldı. Patika toplantıları benim için gerçekten bir okul oldu, orada bulunan arkadaşlardan pek çok şey öğrendim.

 

            İki yıl öncesine kadar dergide bir yayın kurulu yoktu. Toplantılara ne zaman, kimin katılacağı belli olmuyordu. Toplantı yapacağımız belirli bir yerimiz yoktu. Her hafta değişik yerlerde toplanmaya devam ediyorduk. Derginin dağıtım ve basım sorunları vardı. Dergi, kırk sayfa çıkıyor, sınırlı sayıda okuyucuya ulaşabiliyordu. Ya, bu işi böyle sürdürüp az sayıda insana ulaşacak, ya da tüm ülke genelinde dağıtım yapacak şekilde organize olacaktık. Uzun süren tartışmalar ve ayrışmalardan sonra dergide bir yayın kurulu oluşturmaya karar verdik. Dergiyi daha çok basıp ülke genelinde dağıtımını yapmaya başladık. Derginin tanıtımının yapılması, çeşitli radyo-tv programlarına katılmak gerekiyordu. Ben biraz daha fazla inat edip dergiyi tanıtma vb. işlere daha çok zaman ayırmaya başladım. Yayın kurulundaki arkadaşlar da beni dergi editörü olarak adlandırdılar. Bu süreçten sonra dergi editörü oldum. Yaklaşık on yıldır derginin içerisindeyim ve iki yıldır editörlüğün yanı sıra derginin diğer işlerini de yapıyorum.

 

            İlginizi ilk olarak edebiyat mı çekti yoksa matematik (istatistik) mi? Yoksa her zaman ikisi bir aradalar mıydı?

           

            İlgimi aslında hiçbiri çekmedi. Çocukluğumdan beri ders çalışmayı sevmezdim; sokakta oynamayı severdim. Ilk okulda sadece matematik dersim fena değildi, hiçbir dersi sevmezdim. Resim yapmayı beceremezdim, müzikle aram hiç iyi değildi, tarih, coğrafya, kimya, fizik... kısacası hepsinden nefret ederdim.

 

            Siz de çoğumuz gibi istatistik bölümüne bilmeden ve istemeden mi geldiniz?

           

            İstatistik bölümü mezunu değilim. 1987 yılında matematik bölümünden mezun oldum. Bu anlamda, matematik bölümüne de bilmeden, istemeden girdim denilebilir. Bir sene okur, daha sonra tekrar sınava girer, başka bir bölüme geçerim diye düşündüm. Gemi kaptanı ya da pilot olmak istiyordum; olmadı. İlk iki yıldan sonra, matematik hoşuma gitmeye başladı. İstatistik dersinden kalmıştım. Ders notlarım pek iyi sayılmazdı, zar zor bitirdim denebilir. Genelde, kütüphaneye gider, derslerle ilgisi olmayan kitapları karıştırır, sonra bahçedeki havuzun başında otururdum. İstatistikten kaldım. Tekrar yaparken, Fikri Öztürk, istatistik dersimize girmeye başladı ve ben onun sayesinde istatistiğe ilgi duymaya başladım. Normal dağılımın nasıl elde edildiğini merak edip kendi kendime öğrendim. Fikri Hoca, bana, gel bunu derste anlat, dedi. Anlattım. Bir süre sonra sınav oldu, 100 aldım, ikinci ara sınavda sıfır aldım. Yine de, istatistik bölüm başkanı, Yalçın Tuncer, bana asistanlık teklifinde bulundu. Fikri hocamla bölüm seminerlerine katılmaya başladım. Amacım araştırmacı olmaktı. Bilgisayarlar daha yeni gelişiyordu; kendi kendime bilgisayar programcılığını öğrendim. 1987’de mezun olunca, asistan olarak kalmadım. Maddi sorunlarım vardı, aileme yardımcı olmak zorundaydım. Bir bankanın bilgisayar programcılığı sınavını kazandım. O zamanlar birçok yerin bilgisayar programcılığı sınavını kazandım ama verilen maaş yüksek olduğu için bankayı tercih ettim. İki, üç kez yüksek lisansa başladım ama devam edemediğim için atıldım. 1992 yılında bankadaki işimi bırakıp istatistik bölümüne araştırma görevlisi olarak girdim. Aradan uzun zaman geçmişti, pek çok şeye baştan başladım.

 

            Daha önce rasgelelik kavramının beş senenizi aldığını söylemiştiniz. Peki bu dönemde de edebiyata ilginiz devam etti mi?

 

            Rasgelelik kavramı, beş senemi değil aslında daha fazla zamanımı aldı ve almaya da devam ediyor. Sadece, o zamanki gibi yoğun olarak düşünmüyorum. Rasgelelik kavramına bulaşınca darmadağın olduğumu söylesem yeridir. Fikri hocayla, gece yarılarına kadar tartışırdık fakültede. Bu konularla fazla uğraşma, derdi. Rasgelelik kavramı beni, felseye, fiziğe, kimyaya, teolojiye ve diğer pek çok alana götürdü; sürekli okumaya başladım. Bu arada da doktora yapıyordum. Doktora yaparken, genelde, kimse kendi konusunun dışına çıkmaz. Anladım ki bilimin tüm alanlarında genel bir bilgi edinmem gerek. Önceleri nefret ettiğim bilim dallarına karşı büyük bir sevgi ve ilgi başladı bende. Bilimde belirli paradigmalar vardır ve bu paradigmaları yaratan önemli insanlar vardır. Bunlar, tarihten aldıkları mirası özümseyip damıtırlar. Yeni paradigmalar yaratırlar. Bu anlamda, o zamanın tarihini, kültür ortamını öğrenmem gerektiğini anladım. Sanırım, edebiyatla uğraşmadığımı anlamışsınızdır. Sadece okuyucu olarak katkım oldu edebiyat dünyasına.

 

            İkisini bir arada yürütmek zaman açısında sizi zorlamıyor mu?

 

            İnsan, zevk aldığı, kendini yenilediği, düşündüğü, az ya da çok, ürettiği işlerle uğraşırken zorlanmaz. İstediği kadar zaman yaratır ve uğraşır.

 

            Edebiyatçı kimliğinizin bilim adamı kimliğinize, ya da bilim adamı kimliğinizin edebiyatçı kimliğinize kattıkları ya da götürdükleri nelerdir?

 

            Edebiyatçı ve bilim adamı kimliğim olduğunu kabul etmiyorum, edebiyat ve bilim sevdalısı, demek daha doğru bir tanım olur. 

 

            Matematiği maddi dünyanın simgesi, şiiri de duygular aleminin simgesi olarak kabul edersek, sizce tek başına matematik veya tek başına şiir insan için yeterli olabilir mi?           

 

            Tek başına hiçbir şey insana yetmez. Genelde, insanlar, uğraştıkları alanların içine hopsolup evrene yalnız o pencereden bakmaya başlarlar. Bu, insanı yaptığı işe yabancılaştırır. Şiir yazmak için sadece duygu yetmez. Yaşama bir bakışınız, durduğunuz bir yer olmalı. Bunu da ancak felsefe, tarih ve bilimin çeşitli alanlarıyla ilgilenerek becerebilirsiniz. “Duygulandım, hadi, şiir yazayım...” diye bir şey yok. Aynı şey matematik için de geçerli. Ancak, ufak tefek bir şeyler yapabilirsiniz, ki bunlar da sineğin kanadından yağ çıkarmaya benzer. Bizim yaptığımız da aslında bundan başka bir şey değil. Hem bilim, hem de sanat alanında yeni paradigmalar yaratmak oldukça zordur.

 

            Mehmet Kaplan’ın yazısında sadece pozitif bilimlerin kölesi olmuş insanların katı, duygusuz ve anlayışsız oldukları anlatılıyor. Sizce de böyle midir? Ya da şöyle sorayım: Siz bu cendereye hapsedilmemek için mi edebiyatı seçtiniz?

 

            Pozitif bilimler derken,  sanırım, temel bilimler kastediliyor. Matematik, fizik, kimya, vb. gibi; sosyal bilimler denince de, tarih, sosyoloji, psikoloji, vb. Ben bu ayrıma tamamen karşıyım. Tüm bilimler demek daha doğru. Katı ve duygusuz olmanın uğraşılan bilim alanıyla ilgisi olmadığına inanıyorum. Şiir, bana yakın geliyor; matematik de. Resim yapabilsem onu da yapmaya çalışırım. Müziği çok severim, yapabilsem onunla da uğraşırım. İnsan etkinliklerinin, yaratılarının hepsiyle uğraşmak isterim. Kendimi bir cendereye konulmuş gibi görmüyorum.

 

            Aynı zamanda her ikisiyle de ilgileniyorsanız bunları bilimsel anlamda bağdaştırıyor musunuz? Bağdaştırıyorsanız bu bağdaştırma matematiğin şiirselleştirilmesi ya da şiirin matematiğe dökülmesiyle mi oluyor?

           

            Bunlar zaten birbirinden ayrı alanlar değil, hepsi birlikte, bizi oluşturan alanlar. Bölüp parçalamaya gerek yok. Matematikle, edebiyatla, şiirle uğraşırken insan parçalanmış olmuyor, bütünleniyor.  İyi bir şiir de, iyi bir matematik teorisi de, insan için işlevleri farklı farklı da olsa, insanın gelişimi düşünüldüğünde aynı amaca hizmet eder. Bunlar diğer alanlar için de geçerli bence.

 

            Genelde şiir denince akla ilk olarak “aşk” gelir. Eğer şiir matematikselleştirilebiliyorsa aşk da matematikselleştirilebilir mi? Yani tamamen belirsizliğe bürünmüş olan aşk kesinlikler dünyasının içine sokulabilir mi?

 

            Haklısınız, şiir denince aşk, ölüm, yaşam, ayrılık, mücadele, sevgi gibi insanlığın en temel kavramları akla geliyor. Matematik dünyayı anlayabilmenin yollarından yalnızca bir tanesi, ama en çok işe yarayanı. İlişkileri, ancak matematiği kullanarak anlatabiliyoruz; “ilişki“ denince, fonksiyonel bir ilişki anlıyoruz. Bir müzik parçasından nasıl, ne biçimde etkilendiğimizi, fonksiyonel olarak anlatabilmenin olanağı yok. Beynimizde milyarlarca örgütlenmiş nöron hücreleri var, yapıp ettiklerimiz bunların bir çıktısı olarak düşünülebilir; aşk da bunlardan bir tanesi, şiir de matematik de. Şiirde matematik olduğundan söz ediyorlar ama o sadece aritmetik sanırım. Matematik sadece aritmetik demek değil. Aşk ve belirsizlikler konusunda “aşkınız rasgelsin” adlı denememe bakmanızı öneririm.

 

            Güz aşkını tanımlayabilir misiniz?

 

            Bu aylarda, doğa canlılığını yitiriyor. Ağaçlar yapraklarını döküyor, sanki ölüyorlarmış gibi... Doğal olarak, çevremizdeki devinimlerden etkileniyoruz, ölmek istemiyoruz. Aşk denilen de temelde üreme isteğinden, çoğalma, varolma, ölümsüzlük gibi isteklerden kaynaklanıyor. O nedenle güz aşkına, ölümden korkmaktan kaynaklanan bir aşk diyebiliriz.

           

Kasım’da aşk gerçekten de başka mıdır?

           

Bilmiyorum. Tüm aylarda aşk başka olmalı. Her aşk yeni bir aşkın limanıdır zaten.

 

            Güz hüzün, aşk da ayrılık mıdır her zaman?

 

            Bir ara, dedemin mezarına ziyarete gitmiştim. Şöyle, mezarlığı bir gezeyim, dedim. Baktım, güz ayında bu dünyadan ayrılanlar çok. Ayrılık vakti geldiğinde nisanda da olsanız, kasımda da fark etmez. Sorun aylarda, mevsimlerde değil; yaşadıklarımızda. İşte, bu ziyaretten sonra yazdığım bir şiir:

 

Yaşama dair

 

Toprak sahibini gözler

Hasat mevsimi geldi mi

Duvarlar örülür birer birer

Dostların düşmanların üstünü örter

 

Güneş ay çiçekleri gibi açar

Kalırsın bir başına

Kanatsız arılar tepende uçar

Geçmiş gelecek çaresiz kanar

 

Ay dolandı mı tepende

Bir rüzgâr savurur kokunu

Kalırsın tek başına

Yalnızlığın bulamaz yolunu

 

Harcarken kuruş kuruş yaşamı

Zaman bitti dersin

Kimse bakmaz yüzüne

Tepetaklak sahipsiz kalırsın

 

Portakal çiçekleri toplarsın

Nergisler, karanfiller

Sarılırsın düşlerine

Son bir rüya görmek istersin

Avuçlarında alınteri

Gözlerini silersin

Nehirlere sığmazsın

Ağlarsın ağlarsın

2002

 

Röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için size çok teşekkür ederim.

 

Ben de teşekkür ederim.

Sevgilerle,

Levent Özbek

 

 

                                                                      

 

 

  
311 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın